17 Kasım 2011 Perşembe


DERDİMİZ BÜYÜK BİZİM…
“Boş geçen zaman yoktur, boşa geçen zaman vardır.” Meşhurdur bu söz, herkesin dilinde fakat bunu dilinden düşürmeyenlerin kaçı bu sözün gerçek manasını biliyor acaba? Tartışılır… Ancak şöyle bir gerçek var ki etrafa bakıldığında durumun hiç de iç acıcı olmadığı görülür. Neden mi? Şöyle bir bakalım etrafımızdaki insanlara. Kaçının düzenli bir hayatı, hoşlandığı bir mesleği ve huzur bulduğu bir yaşamı var? Kime sorarsanız ya işinden ya aşından ya eşinden memnun değildir. Ama hiç kimse bunun nedenini irdeleme zahmetinde bulunmaz. Neymiş efendim! “Benim kaderim böyle yazılmış bunu değiştiremem veya Allah beni çile çekmek için yaratmış” gibi birçok umutsuzca savunmaların arkasına gizleniliyor. Hâlbuki Allah insanın kaderini çizerken birçok açık kapı bırakmış ve o kapılardan doğru ilerlemesi için insana akıl denilen muazzam bir hediye vermiş. Şimdi yine her şeyden kadercilik zırhıyla sıyrılmaya çalışanlara şunu söyleyebiliriz. Aklı başında bir insanın gidip kendini yüksek yerden atmasının veya kafasına kurşun sıkmasının kaderle ne ilgisi var Allah aşkına. Yani o muazzam sistem olan akıl bu olayı kabul eder mi?
Bu kısa serzenişten sonra şimdi tekrar zamanın nasıl harcandığı konusuna dönelim. Sevgili okurlarım insanlar ellerinden akıp giden ve durdurulamayan, geri getirilemeyen büyük nimetin yani zamanın farkında değillerdir. Aslında olay çok basit insanın bütün yaşamı, içinde bulunduğu andır. O zaman o anın değerini bilerek yaşamak sizce de huzur vermez mi insana? İsterseniz bunu ecdadımızdan dinlediğimiz şöyle bir rivayetle açıklayalım. Hz. Nuh(a.s.) peygamberi bilirsiniz yaklaşık bin yıl yaşadığı Kuran-ı Kerim ayetiyle sabittir.* Vefatına yakın bir gün Nuh peygambere evlatları sorar: -“Ey babamız, sen bu dünyadan ne anladın ne bildin?” Hz. Nuh aleyhisselam da -“Bir hana girdim, misafir olarak durdum şimdi ise çıkıp gideceğim.” Demiş. İşte sevgili okurlarım hayat bu kadar kısa ama bir o kadar da uzun yeter ki şu değerli hazinenin kıymetini bilelim. Aslında bunu yapmak hiç de zor bir şey değil elimizde yirmi dört saat var değil mi? Bu yirmi dört saat içinde bizi hayata sıkı sıkı bağlayacak belli ölçütler vardır. Mesela kitap okumak gibi… Gerçekten de insana yaşamanın zevkini tattıran hayatın anlamını sunan kitap gibi sadık bir dost bulunmaz bence. Şimdi bu vesileyle rotamızı kitapların ülkelerine yani eğitim kurumlarına çevirelim. Bu cümle size de çok saçma geldi değil mi? Şimdi içten içe: “Kitaplarla ilgisi olmayan yerlerin kitapların ülkesi olup onlara vatandaşlık hakkı tanımasının mümkünü var mı?” diye söyleniyorsunuzdur. Haklısınız olamaz… Aslında kitaplara cumhuriyetlik eden yerler demokratik hakları kullanarak maalesef onları sınır dışı etmiş ve onlardan bihaber kafe hayatı sürmektedirler. Özellikle geleceğin aydınlarının yetiştiği üniversitelere şöyle bir bakalım. Belki bu sözümden sonra birçok kişinin içi açılmıştır. Ee ne de olsa yeni nesil burada yetişiyor ülkenin yöneticisi, hâkimi, savcısı ve belki de en mühimi olan öğretmeni burada yetişiyor. Maalesef sevgili okurlarım durum dışarıdan görüldüğü gibi değil ahlaksızlığın, cehaletin, başıboşluğun, ehemmiyetsiz mevzular üzerine boşa geçen hayatların hepsini bu kafeslerde bulabilirsiniz. Kafes dediğime de bakmayın öyle canlılar var ki o kafes onlara dar gelir çıkmak için çırpınırlar ama bakıyorum da geleceğin aydınlarının hiç öyle bir derdi, tasası yok. Hayatın rüzgârına yelken açmış sürüklenip gidiyorlar.  Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum yukarıda öğretmenlerden bahsederken en mühim, en önemli dedim. Sizce bunu neden yaptım mesleki kibirlilik mi yoksa acı gerçekleri göz önüne sermek için mi. Yerinizde olsam ikinci şıkkı seçerdim.(bu arada hayatımız şıklarla dolu bunu mu seçsem şunu mu? diye hep düşünürüz!)  Neden mi?  Evet maalesef en büyük gazap eğitimcilerin yani büyüklerin geleceğini güvenle emanet etmek istediği öğretmenlerin de yukarıda bahsettiklerimizden pek bir farkının olmaması. Şimdi düşünüyorum da eğitimci de kendini zamanın akışına bırakmışsa okumaktan, kendini geliştirmekten, ilim öğrenmekten bihaberse gelecek neslin hali ne olur acaba? Bir tanesini ben söyleyeyim ne Yunus Emre’nin aşkından ne Mevlana’nın hoşgörüsünden ne Necip Fazıl’ın tasavvufundan ne de Kaygusuz Abdal’ın anlayışsızlığı ve dar görüşlülüğü anlattığı şiirlerinden haberi olur. Belki bana hak vermezsiniz ama; dinimizin ecdadımızın ve geçmişimizin bize bıraktıkları değerlere hakkıyla sahip çıksaydık belki bugün de eğitim yuvalarında Fuzuli’ler Nabi’ler Ebubekir el Harezmî’ler yetişiyor olacaktı. Dedim ya bizim eğitim yuvalarımız kafeslere dönüşmüş, her şey çok dar kalıplar içinde düşünülüyor. Sözgelimi birisi bir düşünceyi savunuyorsa, onun doğru mu yanlış mı; ona körü körüne mi inanıyor veya o düşüncenin savunduğu temel dayanaklar nedir? araştırma öğrenme telaşına düşmez. Sadece onu bütün insanlara nasıl kabul ettirebilirim gibi boş bir kaygıyla kendi kendini yer bitirir. Oysa yaşamak bu değildir. İnsan, Allah tarafından bahşedilen ve sonu olan bir hayatı gerçekten güzel yaşamak istiyorsa evrene, dünyaya, yaşama ve olaylara biraz geniş açıdan bakması gerekiyor. Çünkü sözgelimi dünyada tek bir din olsaydı dinler arası rekabet veya çekişme olmazdı veya herkes aynı şeyi düşünseydi dünya üzerinde belki de tek bir ülke olurdu. Bu dünya da belli bir sistem üzerine yaratılmış ve olması gerekenler olmak zorundadır. O zaman kendimizi niye bu sistemin aksayan çarklarından biri yapalım, neden büyük çarkın bir dişi de biz olmayalım?
Şunu da unutmayalım ki her meselenin mümessili vardır ve o meselenin ne olduğunu ne olmadığını da ondan daha iyi bilen yoktur.
 Geleceğin Aydınlarına İthafen!


* Ankebut suresi 14. ayet